2 Nisan 2010 Cuma

Nextgen Dedikleri - Bölüm 2

Evet, kısa yazı dizimin geçen bölümünde, bu nesil oyun konsollarına gelinceye kadar yaşanan olaylar ile birlikte, bu neslin temellerinin nasıl atıldığını ve ne türden bir rekabetin yaşandığına değinmiştim. İkinci bölümde ise ilgili diğer meselelere değineceğiz. Kahvenizi hazırlayın ve arkanıza yaslanıp okumaya başlayın...

Yaşanan olaylara bakınca milyar dolarlık bu devlerin piyasada var olma savaşı verirken, ne çetrefilli yollara başvurulduğunu görmemek mümkün değil. Sonuç itibarı ile ortada yüz milyar dolarlar ile ifade edilen çok büyük bir pasta mevcut. Üstelik bu nesil bundan sonraki neslin temelleri ve muhtemelen bundan sonraki nesilde etkileşimin tavan yapacağı, eğlence sektörünün diğer dallarına ciddi anlamda rakip olunacağı, hatta öne geçme fırsatının yakalanacağı nesil. Bizlerse bunu heyecanla beklemekteyiz. Trilyon dolarlık Amerikan film endüstrisinin muhtemel tek rakibi de şu anda eğlendiğimiz konsollar...

Arka kapılarda yaşanan büyük oyunlar, kurulan, sonra parçalanan ve yeniden kurulan başka ittifaklar meselenin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Son kullanıcı olarak rekabet elbette hoşuma gidiyor, ama kâr ve müşteri temelli geliştirme çalışmalarının ben kaliteyi düşürdüğüne inanıyorum. Oyunlar sadece oyun olsaydı bunda bir sakınca olmayacaktı, fakat oyun denilen bu aracı sanat olarak da kullanan var, kendini tatmin etmek için de kullananlar. Diğer taraftan sadece para basma makinesi olarak gören ve propaganda aracı olarak kullananlar da var.

O kadar karışık bir mesele ki, neresinden gireceğini, hangi açıdan bakacağını şaşırıyor insan... Tüm bunları düşününce yaşananları fazla da görmemek lazım, dediğim gibi endişelendiğim tek kısım firmaların biz kullanıcıları şekillendirme çabası, zevklerimize, beklentilerimize vermek istedikleri şekil.

Sony cephesine bakıyorsunuz, hala kırılamamış bir konsol var karşınızda. Belli ki firma konumuna güveniyor. Diğer tarafta mücadelesinin henüz ikinci çağında X360 var. Konsol çabuk kırıldı ve kırılmış firmware’ler ile kullanıcılar uzun süre online olarak oyun oynadılar. İnsan istemeden de olsa “Acaba” diye düşünüyor. Durum öyle bir noktaya geldi ki, “Ban” gibi bir uygulama bile, alışkanlıkları artık yerleşmiş kopya oyuncular tarafından yadırgandı. Sanki kopya oyun oynamak bir hak gibi algılanmış hissettim.

Kopya oyun imkanı X360’a piyasada daha fazla tutunma çabalarına destek oldu… Önceki nesilde bu ayırt edici bir özellik değildi, çünkü tüm konsollarda kopya oyun oynama imkanı mevcuttu. Önceki nesilde konsolları diğerlerinden ayıran oyunları oldu. Bu nesilde ise maalesef bu ayırt edici özellik olmaktan çıkıyor.

Yazımın ilk bölümünde bu neslin en büyük özelliğinin multiplatform devri olmasını göstermiştim. Madem oyunların çok büyük bir kısmı her iki konsola da çıkıyor peki galibi belirleyen en önemli etken nedir? Bu karşılaştırmaya online yetenekleri neredeyse hiç olmayan Wii’yi koymuyorum.

Ben bu nesilde galibi en iyi online hizmeti verenin belirlediğini düşünüyorum. Bu kuşkusuz en önemli unsur. Live deneyimini yaşadıktan sonra bazılarına PSN cidden kabus gibi geliyor. Özellikle bir yıl önce durum neredeyse aynen böyle ifade ediliyordu. PSN altyapısındaki iyileştirmelerden sonra, bir kaç hizmetin eksikliği dışında Live ve PSN arasında fazla bir farkın kalmadığını görmek mümkün. Zaten PS3 Slim ve 100 dolarlık indirimi de bunun üstüne ekleyince, online hizmetleri hafiften göz doldurmaya başlayan PS3 satış rakamlarında yavaştan X360’ı geçmiş gibi görünüyor.

İnternetin artık günlük hayatımızın bir parçası olduğunu ve sağladığı imkanları düşününce, online oyun deneyiminin ne kadar önem kazandığını da görmemek mümkün olamazdı. Eskiden bir eve doluşan arkadaşlarla yapılan oyun partilerinin yerine, artık evlerine tek başına kapanmış insanların, internet üzerinden oynadığı diğer kişilerle tecrübe etmesi aslında ne kadar da ironik görünüyor. İçinize kapandıkça oyun dünyasının kapılarından çok daha kalabalık bir dünyaya adım atıyorsunuz. Bir taraftan parıltılı ve belki de yaşanamamış hikayelerle doluyken, diğer taraftan hayali yaşamların, söylemlerin ön plana çıktığı bir hayata merhaba diyorsunuz, ne kadar garip. Bunları yoğun anlamda bu nesilde yaşamaya başladık. Öyle ki bundan sonraki neslin de manifestosu bu yaşamlarda yazılıyor, yaşanıyor...

Böyle bir çağda online oyun deneyimini en iyi sunan, bunu en rahat şekilde yaşatan konsolun piyasa lideri olması da kaçılmaz. Bu rekabet ile yakın zaman içinde online hizmetlerin başını alıp yürüyeceğini düşünüyorum.

Belki bu nesilde “Dijital Download” olayının konsolların gündemine oturacağını görmek olası olacak. Kutulu ve medyaya basılmış oyunlara bir sonraki nesilde elveda deme zamanı gelmiş olabilir ya da artık oyunları konsolumuz içinde var olan bir HDD’ye bile indirme söz konusu olmadan, direk net üzerinden Stream ederek oynayacağız. Hatta bu iddia ile bu yılın başlarında ortaya çıkan Onlive adında bir girişim dahi mevcut. Girişimin başında çok büyük isimler ve ortak olarak çok büyük firmalar var.

Tüm bunları düşününce insana oyun esnasında arkadaşı ile konuşmak, heyecanını paylaşmak ne kadar da normal geliyor. Hatta Live gibi online sistemler bizlere farklı oyunları oynasak da, aynı platformda iletişim yapma imkanı sunuyor. PSN kullanıcılarının da son dönemde bu yönde yoğun isteklerini görüyor, okuyoruz. Belki de oyun esnasında görüntülü olarak da iletişim kurabileceğiz bu nesilde. Halbuki bir önceki nesilde bunlar ne kadar ulaşılamaz düşüncelerdi. Sadece oyunlarımız, konsolumuz ve biz vardık...

Rekabet, rekabet, rekabet!!! Öyle bir olgu ki bu bazen sizi, düşüncelerinizi ve ideallerinizi yoldan bile çıkartabiliyor. Örneğin büyük yapımcı Hideo Kojima’nın, her oyun fuarında sahne de yer aldığında alçak gönüllü, utangaç tavırlarını düşününce, insan rekabet için söylemlerinden dönebileceğine asla ihtimal vermezken, rekabet için yapmam dediklerini yapınca elbet şaşırıyorsunuz.

Bu nesilde halen bir ICO, Shadow of the Colossus, Syberia, Vagrant Story (Yakında PSN’den satışa sunulacakmış, haberiniz olsun!) Broken Sword, Sanitarium veya Monkey Island tadında oyun göremeyince acaba diyorsunuz. Ortalık çok sevmeme rağmen GTA tarzı şiddet, her tarafından kan ve şiddet fışkıran FPS’lerle dolmuş durumda. Eskiden konsolda bir kaç FPS dışında bu türde yapım bulmak mümkün değilken, şimdi PC’ye dahi bu kadar FPS türünde ürün gelmiyor. Konsolumuzun kontrol cihazını elimize aldığımız andan itibaren kayıtsız ve şuursuzca birilerini öldürmeye başlıyoruz. Belki de Wii’nin bu kadar satmasının temelinde bu vardır...

İşin daha kötüsü bu tarz oyunlar 10 milyon barajının üstünde satış yapıyorlar. Ölüm, kan ve vahşet... Diğer taraftan yapımlar, kibarca ifade etmek gerekirse, daha az yoğunluğa sahip içeriklerle piyasaya sürülüyor. Konuşma metinleri ise neredeyse ilkokul çocuklarını anlayacağı düzeyde hazırlanmış. Planescape Torment’teki metinleri hatırlayınca ister istemez böyle düşünüyorum. Oyunu bitirdiğinizde Shakespeare’in bir eserini okumuş kadar oluyordunuz. Bu nesilde beni duygulandıran bir kaç isim dışında, oyunlar üzerinde düşündüğüm, duygulandığım ve şaşırdığım hiç bir içerik çıkmadı desem yeridir. Hatta oyun tarihimin en önemli yapımlarından olan Metal Gear Solid serisinin koca kahramanı Snake’in fiziksel olarak çökmesi, bir tarafa artık gözleri hatunların oralarına buralarına kayacak kadar banalleşeceğini görmek, şahsen en büyük üzüntülerimden olmuştur.

Kısaca artık oyunlar daha kısa içeriğe sahip, bol şiddet içeren maksatsız ve mesajsız ürünler haline dönüştü. Açıkçası artık sanatsal içeriğe sahip bir yapım bulmak neredeyse imkansız. Bu tarz projeler hazırlayan firmalar tek tek ya kapanıyor ya da büyük firmalar tarafından alınıyorlar. Nerede Baldur’s Gate’i yapan firma, nerede Mass Effect’i yapan firma? Resmen “Nü” oyun yapıyor artık adamlar. Kuvvetle muhtemel yolları, artık sahipleri EA ile ticari ilişkilerinden dolayı daha fazla kesişiyordur.

Şiddet oyunlarda, hayatımızın içinde olduğu gibi her zaman oldu ve bundan sonra da olmaya devam edecek. Fakat bu nesilde maalesef bu tarz yapımlar istediğimiz tarzdaki ürünlerin önünü kapatıyor. Çünkü küçük firmaların bu piyasada yeri kalmadı. Tüm küçük firmalar büyük firmalar tarafından bir anlamda yutuluyor. Bioware artık EA’nın, Blizzard gibi kült oyunların firması ise Activision ile birlikte, diğer tarafta sessizce büyüyen Zenimax gibi firmalar var. Evet, oyunlar yine aynı yayıncılar tarafından yapılıyor, ama dağıtımcıları olan asıl sahipleri çıkış tarihleri konusunda sadece asiste etmiyorlar, yapımcıları aynı zamanda tarihleri dayatabiliyorlar da. Örnek Forza yapımcıları U10, Forza Motorsport 3 3’teki eksiklikler konusunda eleştirilince, “Zamanımız yok” demiş, oyunu yetiştiremediklerini ifade etmişlerdi. Halbuki bir zamanların Blizzard’ına “Oyun ne zaman çıkacak?” diye sorduklarında, cevap “Bittiği zaman” şeklinde olurdu. Gerçi Blizzard halen öyle, ama her yapımcı firma aynı paraya pardon(!) güce sahip değil.

Gerçektende artık dağıtımcılar sahipleri oldukları yapımcılar üzerinde çıkış tarihini “Demokles’in Kılıcı” gibi sallıyorlar. Sadece bu değil tabii, aynı zamanda çoğunluğun seveceği türden oyunlar yapmaya gayret(!) gösteriyorlar. Sahibinin Zenimax olduğu Bethesda bir önceki nesilde Xbox ve PC’ye çıkardığı Morrowind gibi bir klasiğin yerine, bu nesilde Oblivion gibi aksiyon oyunu çıkarmayı da göze aldı ve çok ilginç bir şekilde GOTY olmayı da başardı. Aynı kaderi Fallout 3 ile de yaşattılar bizlere. Açıkçası ibrenin asla eski yerine döneceğine ihtimal vermiyorum, nadiren de olsa çıkacak Old School tarz yapımlarla idare edeceğiz artık.

Oyunculuk kavramı aslında her dönemde konuşuldu, üzerinde bir şeyler yazılıp çizildi. Doğal olarak bu nesil yapımlarda da konuşulacaktır. Ancak hepimizin gördüğü üzere bu nesilde oyunculuk denildiğinde, bir önceki nesilden daha farklı çağrışımlar kafamızın bir o yanına, bir bu yanına çarpıp duruyor.

Daha öncede belirttiğim gibi önceki nesillerde FPS’ler bu kadar ağırlık kazanmamıştı, aslına bakarsanız konsollarda FPS kültürü bir anlamda Xbox konsolu ile yaygınlaştı. Bu nesilde artık oyununuz FPS değilse kolay kolay kimse yüzünüze bakmıyor. FPS’lerin genel tarzı nedeniyle de şiddet çok daha fazla ön plana çıktı. Gerçi şiddet denilince aklıma Carmageddon ve GTA serisi geliyor, ama genel anlamda her FPS’de de kan döküyor, bilumum kasaplık işlerini itina ile gerçekleştiriyoruz. İşin kötüsü GTA gibi şiddetin saf şiddet olmadığı, ince göndermelerle dolu oyunlarla da pek karşılaşamıyoruz.

Şiddet içerikli yapımların oyun kültürünü, oyunculuğu adeta hamur gibi yoğurduğu, şekillendirdiği bu nesilde; ifade ettiği maddi değer dışında oyunlar kültürel anlamda da sizi bir şeyler yapmaya çalışıyor. Örneğin bir gencin Modern Warefare 2’de hiç ölmeden 30 kişi öldürmesi ile alakalı bir video izledim. Gerçekten üzüntü içinde bu kişinin sevinçlerini, İngilizce haykırışlarla dile getirişini izledim, izledikçe de üzüldüm. Genç devamlı “Oh My God” şeklinde heyecanını ifade ediyor, arada İngilizce başka ifadeler kullanıyordu. “Bu mu?” dedim bizim oyun oynayan genç nesil. Oyunların bu genci, bu hale getirmesi çok üzücü. Yaklaşık on yıl önce bizler oyunlardaki karakterleri Türkçe konuşturmaya uğraşır, ses dosyalarını kendi ses dosyalarımız ile değiştir, gülerdik sonuçta ortaya çıkan şeye...

Şimdi ise gençlerimiz oyunlardaki sesleri bırakın değiştirmeyi, duyduğumuz sesleri taklit etmeye başlamış. Bu nesil yapımlar demek ki bunları yapmış, oyuncuyu bu şekilde değiştirmiş, şekillendirmiş. Belki basit bir olaydan genelleme yapıyoruz, ama sonucu forumlardaki oyun camiasının söylemindeki seviyeye bakarak da görebilirsiniz. Gidişatın bu yönde olduğunu görmek çok üzüntü verici bir durum.

Her ne kadar oyunlardaki şiddetin gerçek hayata yansımadığını ifade etsek de, aslında içimizdeki bu tarz duyguları dindirdiğini söylesek de, oyunlarla bu duyguları açığa vurup bir anlamda kanıksamaya da başlıyoruz. Bu kanıksama bir gün, bir şekilde çevreye verilen bir zarar olarak da dönebiliyor topluma. Ailelerin hepsi oyun denildiğinde olaya şiddet olarak bakıyorsa, bu genellemenin temelinde bir yerlerde muhakkak haklı bir söylem olabiliyor.

Benoit Sokal’ın hayalini ifade ettiği sanatsal macera oyunu Syberia, oynarken nasıl da bizleri hayallerden hayallere götürüyordu, acaba şimdi bize bu tarz duyguları hissettirecek bir isim var mı? Peki Shadow of the Colossus’ta Agro’nun sırtında geniş düzlüklerde at binmenin zevki? Bu nesilde bunları yaşadığım anda, hala bu tarz oyunculuğun yaşadığına dair inanmaya başlayacağım.

Açıkçası oyunculuk kültürüne katkı anlamında, bu nesilde bir iki yapım dışında gerçektende bir şeyler göremedik. Umarım önümüzdeki süre içinde, artık bu büyük satış rakamları arasında bir anlam ifade etmese de, bu yapımları görürüz...

Bu nesli önceki nesillerden ayıran en büyük değişikliklerden birisi de, herhalde cebimizde açtığı büyük deliktir. Eskiden konsolu alıp eve geldiğimizde direk televizyona takıp oynar, keyfimize bakarken, artık bu o kadar kolay olmuyor.

Konsolları almadan önce online olabilmek için evimize bağlı bir internet bağlantısının olması şart gibi. Artık kimse tek başına oyun oynamak istemiyor. Bir şekilde internete bağlanıp oyun zevkini katlamak istiyoruz. Aylık maliyeti düşük gibi görünse de, yıllık maliyetinin neredeyse bir konsol kadar olduğunu ödediğiniz paralardan anlayabiliyorsunuz.

Diğer büyük masraf ise büyük ekran LCD televizyonlarda oyun oynamanın vermiş olduğu dayanılmaz hafiflik, bu hafiflik ayrıca bütçenizde de büyük bit hafiflemeye sebep oluyor ki, adam gibi görüntüler eşliğinde oyun oynamanın bedeli en az bir 2000 liralık Full HD TV’nin satıldığı mağazanın önünden geçiyor.

Tabii bir tarafta kırılamayan bir konsol ve orijinal oyunlara dökülen para, diğer tarafta ise kopya oynadığınız için çevrim içi olamadığınız ve orada artık orijinal oynamanın şart olduğunu yediğiniz banlardan anladığınız diğer konsol. Bu demektir ki, ortalama ayda bir oyundan yine bütçede hatırı sayılır başka bir orijinal oyun deliği. Tabii aldığımız 5+1 ses sistemlerini, direksiyon gibi ek donanımları saymıyorum...

Bu nesil herhalde bize harcattığı paralarla da anılacak gibi. İşin garibi harcadığımız onca paraya rağmen, konsolların hala bize önceki nesillerde yaşattığı zevki yaşatamadığı. Çok ilginç olduğu kadar korkutucu bir gerçek.

Bu aralar çok ciddi haberler gelmekte, söylentilere göre bundan sonraki nesilde konsolların kullanacağı işlemciler seçilmiş durumda, tarih olarak da 2012 işaret ediliyor. Maya takviminin sonunu işaret eden bu yılda eğer efsanelere göre dünya bir kıyamete uğramazsa, yeni nesil konsollar karşımızda olacak.

Bir haber sitesinin ortaya attığı bu söylentilere açıkçası ben pek itibar etmesem de, 2012 gibi yeni bir şeylerin geleceğini görmemek mümkün değil. Bu tarihlerde yeni bir Nintendo’yu muhakkak göreceğimize inanıyorum. Wii’deki eğlence tarzının HD veya Full HD görüntüler eşliğinde daha hassas kontrol cihazları ile yaşanacağına inanıyorum. Hatta bakarsınız 3D Mario ile çok zevkli dakikalar geçiririz, ama ne PS3 için, ne de X360 için yeni konsolların gündemimize girip, kendilerini saf dışı edeceğine inanmıyorum. Gerekçelerini yazımın bir önceki bölümünde de ifade etmiştim.
Bir diğer söylentinin de “Exclusive” olarak büyük değeri olan oyunların multiplatform olacağını duyuyor ve tahmin ediyorum. Özellikle bugüne kadar Xbox cephesine oyun kaptıran PS3’ün, bu sefer 360’tan çok önemli bir oyunu transfer edeceği konuşuluyor. Marcus ve arkadaşlarını bir yıl içinde olmasa da 2 yıl içinde PS3 platformunda görmek mümkün olacak. Bu bir anlamda, bu devrin “Multiplatform devri” olduğunun da en önemli kanıtlarından olacak. NATAL’a büyük ümitler bağlayan Microsoft’un, Wii’nin var olan kontrolleri ve PS3’ün gelecek Motion Control tarzı cihazıyla, NATAL ile oluşacak muhtemel bir hayal kırıklığının önüne geçeceği de ayrı bir komplo teorisi.

Sanırım bu nesil üstüne söylenebilecek ve ilerde bu yazılar tekrar okunduğunda hatırlanabileceklerin birçoğunu burada ifade ettik. Bir sonraki yazımda daha farklı bir konu ve içerik olacak.

Nextgen Dedikleri - Bölüm 1

27 Kasım 2005 yılında X360’ın piyasaya sürülmesi ile “Nextgen” dediğimiz devir başladı, halen ortada bundan sonraki nesle ait somut bir delil olmadığı için Nextgen’i yaşıyoruz. X360’ın çıkmasının ardından 17 Kasım 2006’da Wii piyasadaki yerini aldı, akabinde 19 Kasım 2006’da da Playstation 3 kullanıcılarla buluştu.

Genel olarak bakıldığında Xbox 360’ın bir yıl gibi erken çıkma avantajının olduğunu görebilirsiniz. Ancak şu anki satış grafiklerine göre 360 bu avantajını Wii karşısında kullanamadı ve “Video Gaming” piyasasının hakimi Wii gibi görünüyor. Ama yaşanan rekabette Nintendo kendini hep bu yarışın dışında tuttu ve rekabete yönelik bir demeç de pek görülmedi. Bu galip olmanın verdiği bir gururdan da kaynaklanabilir, farklı oyun segmentlerine hitap etmekten de. İşin açıkçası Wii rakamlar açısından her satış bölgesinde rakiplerini resmen nakavt etti. Ama konsolun HD Gaming regülasyonunu karşılayamaması sebebi ile diğer rakipleri Microsoft ve Sony tarafından kulvar dışında yorumlandı.

Bu nesil ta başından beri duyduğumuz çeşitli dedikodular olsun, yaşanan çetin rekabet ile önceki nesillerden ayrılıyor. 90’lı yılların ilk yarısında Nintendo ile Sony arasında yaşanan “Chip” kavgası nedeni ile iki devin yollarını ayırması ve Sony’nin Playstation’ı piyasaya çıkarması ile başlayan Playstation hikayesi, aslında onu takip eden nesilde yine Microsoft’un Sega’ya Dreamcast için Windows CE işletim sistemini yapması ile Microsoft’un bu piyasa girmesi arasında benzerlik kurmak mümkün. Çünkü Sony Nintendo’dan, Microsoft da Sega’dan bir nevi bu işi öğrenmiş firmalar oluyor. Tek fark Microsoft’un yazılımcı, Sony’nin donanımcı firmalar olması. Firmaların bu karakteristik özellikleri yaşadığımız bu nesilde de onların en avantajlı kozları olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu konuya daha detaylı olarak ilerleyen kısımlarda gireceğiz...

Sony’nin, Nintendo’dan yollarını ayırıp 1994’de Playstation’ı, CD medyası üzerinde sunulan gerçek 3D oyunları ile o nesilde resmen bir devrim olarak görülmüştü. Ardından 2000 yılında DVD medyası ile boy gösteren PS2’de buna benzer bir etki yaratmıştı. Teknik anlamda daha kaliteli oyunlara, 64 bit renk zenginliğine rağmen Nintendo 64, Playstation karşısında tutunamayıp, kendi GameCube ile yoluna devam ederken, bir sonraki nesilde PS2 önce kendisinden önce çıkan Dreamcast’i (9/9/1999 – Çıkış tarihleri arasındaki bence en karizma olanı budur) ardından Xbox’ı domine ederek bir önceki nesli galip olarak bitirmiştir. 2000 yılında piyasa çıkan PS2 satış rakamları içinde yer alarak, 140 milyona yaklaşan muazzam satışı ile hayatını halen sürdürmekte.
Şu anki nesilden önce yaşanan bu olayların üstüne bu neslin çok çetin geçeceği belliydi. Adeta dünya savaşlarını andıran ittifak ve düşmanlıklar üzerine kurulu bu savaşın gerçek hikayesi içinde insanı çok şaşırtan olayları da görmek mümkün. Bir önceki nesilde IBM, Sony ve Toshiba, Microsoft’un tekeline karşı güç birliği yaparken, Microsoft da boş durmuyordu. Bu birlikteliğin sonucunda önceki nesilde pek de tutmayan PS2 üzerindeki Linux deneyimleri bu nesle kadar taşındı. Son çıkan Slim modelleri saymazsanız, PS3 Linux kurulumuna izin vererek bir nevi Microsoft’un yazılım sektöründeki liderliğini zedelemek için bir girişimde bulunuyordu.

Tabii Sony’nin hesapları karşılığında Microsoft boş durmuyor, elinden geleni yapıyordu. Bu girişimlerden birincisi ki, bu bir dedikodudur 500 milyon dolar karşılığında Cell’i geliştirmek için Sony ile anlaşma yapan IBM, bu çalışmalar esnasında elde ettiği tecrübeleri Microsoft ile paylaşarak Know-Howing noktasında Microsoft’a büyük avantaj sağlamış ve hatta başka bir dedikoduya göre de Cell’in tamamlanma sürecini uzatarak Sony’ye ortağı kanalıyla büyük bir darbe vurmuştur. Rivayetlere göre Microsoft piyasaya bir anlamda bu yöntem ile bir yıl erken çıkabilmiştir.

Büyük Amerikan şirketi bununla da kalmayacak, diğer Sony ortağı olan Toshiba’yı da HD-DVD projesinde kazanamayacağı medya savaşında yanına çekerek Sony’ye ikinci bir darbe daha vuracaktır. Ticari dünya içinde yaşanan rekabetin seviyesi düşünülünce Microsoft’un ne kadar profesyonel ve planlı davrandığı ortada. Bu yaşananlar etik bulunur veya bulunmaz ama gerekçeleri itibarı ile konsolumuza DVD veya Blu-ray her ne ise koyup oynadığımız oyunun bu aşamaya gelip salonlarımızda bizi eğlendiriyor olması ciddi bir süreç.

Tabii mücadele sadece bununla kalmadı, Microsoft birçok Playstation Exclusive’i olan klasik oyunları ile kendi konsoluna çekti. Burada işin başında 360’a oyun yazmanın kolaylığı ki, bu kolaylık 360’ın kullandığı ve tüm yapımcıların artık ezbere bildiği DirectX kütüphanelerinin sağladığı kolaylıktır; maalesef bu imkanları başlangıçta PS3’de yapımcılar pek göremedi. Sony’nin kendini beğenmişliği olarak yorumlanan bu konu aslında yaşanan nesle bakış perspektifinin bir anlamda yansımadır da. Çünkü bu nesli diğer nesillerden ayıran en önemli özellik artık teknolojinin sınırlarına gelinmiş olunması.
1994’de ilk Playstation çıktığında 33 Mhz işlemcisi, 2 MB RAM’ı ile boyundan büyük işlere başarıyor, PII 200 Mhz işlemcilerle aşık atıyordu., 2000 yılında piyasaya çıkan PS2’nin ise 300 Mhz Emotion Engine işlemcisi, 32 MB RAM’i mevcuttu ve halen bu donanımla hayatına devam etmekte. Son olarak PS3’ün ise 8 SPU’dan oluşan ve 6’sı efektif olarak kullanılabilen 3.2 Ghz hızındaki işlemcisi ve 3200 Mhz hızındaki 256 MB XDRAM’i ile çalışmakta. Buna GPU’daki 256 MB’lık RAM’i de eklediğinizde her nesilde neredeyse 10 misli bir hız artışını görmekteyiz. Hız olarak 10 misli artsa da, bize 10 misli daha kaliteli hizmet veremeyen sistemler her çıkışlarında ortalama 6-7 yıl beklentileri karşılayacak donanımda olmaları gerekiyor.

Şimdi gelin içinde bulunduğumuz teknolojik imkanlara bakalım. Ben henüz çekirdeği 4 Ghz’in üstünde çalışan herhangi bir işlemcinin ekonomik fiyata imal edilip satıldığını göremedim. Keza aynı şey RAM kapasiteleri ve hızları içinde geçerli. Bir önceki nesilde projeksiyon yaparsanız bir sonraki nesil konsolların 20-30 Ghz’in üstünde işlemcilere sahip olması gerekiyor. İşin açıkçası bundan daha da hızlı olmaları lazım. Çünkü çıkardığınız konsol 2020-2025’e kadar oyun piyasasında kalacak ve ihtiyaç duyulan tüm ihtiyaçları karşılaması gereken bir donanıma sahip olması gerekiyor.
Maalesef bu ihtiyacı karşılayacak ekonomik bir işlemci henüz mevcut değil ve daha da kötüsü var olan işlemci imalatı teknolojisi ile yapılması da mümkün değil. Çünkü silikon teknolojisinin bir sınırı var ve biz bu sınırdayız. Ünlü analist Michael Patcher oyun piyasasını takip eden oyuncuların bildiği üzere, bu neslin son nesil olacağı yönündeki açıklamalarının temelinde de bu gerçek vardır.

Bir karşıt fikre göre çok çekirdekli işlemciler ile bu teknolojik imkansızlık aşılabilir. Ama ben buna da katılmıyorum. Kabul edersiniz ki bu nesilde oyunların yapım maliyetleri ve yapım süreleri önceki nesilden katbekat daha fazla ve uzundu. Uzun bir süre Cell işlemcinin yapımcılar tarafından anlaşılamaması nedeni ile bekleneni veremeyen oyunları da göz önüne aldığınızda; örneğin 32 çekirdekli bir işlemciye sahip bir konsola, hangi firma donanımsal olarak optimize edilmiş ve bir sonraki nesle yakışan oyun çıkartabilir?

Bu teknolojik açlık doyurulamayacağına (En azından bir süre için, yeni teknolojiler bulunup yaygınlaşana kadar) göre ne yapılmalıydı? Bunun cevabını 2 Haziran 2009 gecesi üretici firmalar E3 fuarında bir nevi verdiler. Microsoft’un NATAL’ı, Sony’nin Motion Controller’i nesli uzatmaya yönelik hamlelerdi. Zaten fuarın akabinde Microsoft yetkililerince Xbox 360’ın daha 2015 yılına kadar piyasada kalacağı belirtildi (öngörüldü). Eğer sürpriz bir teknolojik gelişme olmazsa öyle de olacak gibi görünüyor.
Bu neslin başında Kaz Hirai konsolumuz 10 yıl piyasada kalacak derken, herhalde bu durumu öngörerek konuşuyordu. Bu bir stratejiden ziyade bir zorunluluk zaten. Bu açıdan bakınca yapımcılar tarafından çözülmesi uzun zaman alan ve halen tam olarak hiç bir yapımcı tarafından optimize edilemeyen Cell işlemcisi Sony’nin en büyük kozu haline geliyor. Çünkü bu uzun zaman dilimi içinde hep aynı grafiklerle oyun oynamaktan sıkılacak konsol oyuncusunun ihtiyacını ancak bu şekilde cevap verilebilecektir. Zaman içinde konsolun gücünü optimize edebilen yapımcılar, oyunculara daha kaliteli yapımlar sunabilme imkanına da sahip olacaktır.

Bilinen donanımı ve bu yüzden çok çabuk sınırına gelinen Xbox 360 ise kalan zaman süreci içinde, kullanıcılarının ihtiyacına NATAL gibi yaratıcı projeler ile cevap vermeyi deniyor. Ancak daha piyasa sürülmeden NATAL ile ilgili yapımcı firmalar tarafından bazı kaygılar dile getirildi. Gerçektende başlangıçta “Controller Free” yaklaşım cazip gelse de, bir düğmeye basıp tekme atan oyuncu, aynı dövüş oyununda fiziksel olarak aynı eylemi gerçekleştirebilecek mi veya bu aksiyonu en fazla kaç dakika devam ettirecek? Sanırım Wii’nin kontrol cihazından kaynaklı sakatlıklara bir yenisi de NATAL ile eklenecek gibi görünüyor. Ayrıca aynı düzlemde bulunan kamera sistemi ile üç boyutlu dünyanın derinlemesine nasıl algılanacağı yönünde de şüpheler var.

Açıkçası Microsoft, Nintendo gibi başarısı kanıtlanmış kontrol sistemini geliştirmek ve kullanmak yerine böyle bir şeyi tercih ederken hata yapmış şeklinde değerlendiriliyor. Sony ise sistemini geliştirme yönünde çalışmalarına devam ediyor. Sonuçları hep beraber göreceğiz.
İşlemci hızlarından girip, kontrol cihazlarından çıktığımız bu bölümde işler her ne kadar karışmış gibi görünse de, 2015 gibi piyasa çıkması muhtemel konsollara kadar içinde bulunduğumuz durumu daha sağlık değerlendirmek mümkün. Sonuçta önümüzde daha bir 5-6 yıl daha görünmekte ve konsollarımız oyun ihtiyacımızı daha uzun bir süre gidermeye devam edecekler.

Bu nesilde Microsoft’un piyasa erken girişi ile birlikte saldırgan politikası, Exclusive oyunları multiplatform hale getirmesi bu neslin en önemli değişikliklerinden biridir. Bu nesle kadar Exclusive oyunlar (Münhasır oyun) bir anlamda 3. parti firmalara ait olsalar da, çıktıkları platformla özdeşleştiklerinden özellikle eski oyuncular tarafından pek hazmedilemedi. Özellikle E3 2008 gecesi Final Fantasy’nin 360’a çıkacağını gördüğüm an yaşadığım en çarpıcı anlardan biridir. Bir sonraki E3’te de bu sefer başka bir PS Exclusive’i MGS multiplatform oldu ve bundan sonra 3. parti hiç bir Exclusive oyun Sony’nin elinde kalmadı, bu yapımların tamamı multiplatform oldu.

Başlangıçta olumsuz düşünceler oluşturan bu hamlelerin ben yararlı olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce para kazanmak maksadı ile kurulmuş firmaların hazırladıkları oyunları daha fazla kullanıcıya, kitleye ulaştırma imkanı oluyor, diğer taraftan daha fazla para kazanarak bir sonraki oyunları için daha iyi altyapı kurma, daha kaliteli yazılımcılarla çalışma gibi imkanlara sahip olabiliyorlar. Başka bir açıdan da kaliteli olan tüm oyunların oyun sever herkes tarafından oynanma imkanı doğuyor. Bir yapımı sadece kendi konsoluna istemek cidden büyük bir bencillik olsa gerek. Bu noktada oyuncuların Exclusive ihtiyacını üretici firmalar 1. ve 2. parti firmaların hazırlayacağı oyunlarla karşılamak zorunda ve bu nesilde Sony bu ihtiyacı kaybettiği oyunlara rağmen gayet başarı ile karşılamış gibi görünüyor.

Bu noktadan bu nesli değerlendirdiğimizde, bu neslin multiplatform devri olduğu ortada. Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı oyuncular için iyi olan bir durum iken sadece bir noktada dezavantaj yaratıyor ki, o da kabul edilebilir bir durum. Şu anda çıkan oyunların kalitesi nedeni ile donanımsal anlamda PS3’ün daha iyi olmasına rağmen, 360’ın kolay yapım süreci ve teknik kapasitesinin PS3’ün gerisinde kalması nedeni ile bir nevi multiplatform oyunlarda PS3 için dezavantajlı bir durum ortaya çıkıyor. Gerçi çoğu kişi multiplatform oyunlardaki 360 kalitesini, 360’ın donanımsal gücüne yorsa da, aslında olay oyunların 360 üzerinde daha az maliyetle geliştirilmesi sebebi ile 360 üzerinde yazılıp sonra, PS3’e port edilmesinden kaynaklanıyor. Ama son dönem oyunlarda ana platform (Lead Platform) olarak PS3’ün seçilmesinden dolayı daha kaliteli yapımlar PS3 üzerinde görülebiliyor.

Multiplatform ve Exclusive oyun noktasında yaşanan bu rekabetten ben bizlerin karlı çıktığına inanıyorum. Bu mücadele sayesinde özellikle Exclusive oyun olarak Sony’nin oyun dünyasına kazandırdığı yeni yapımların büyük bir kısmı şimdiden kaliteli isimler olarak anılmaya başlandı bile. Uncharted, Heavenly Sword, Infamous gibi...

Bu nesilde dikkati çeken diğer nokta ise: Üretici firmaların tecrübeli oldukları alanda sundukları hizmetin kalitesinde, rakip firmaya fark atması. Daha öncede belirttiğim üzere, Microsoft’un Sega’ya hazırladığı Windows CE işletim sistemi aslında Microsoft’un bu piyasaya girişi için var olan pastanın büyüklüğünü fark etmesini sağladı.
Şimdi bakıyorsunuz Xbox 360’ın bize sunduğu en kaliteli hizmet Live denilen online sistem. Bu sistem size online oyun oynatıyor, oyuncular ile iletişim kurmanızı, dijital içeriğe erişmenizi, sahip olmanızı sağlıyor. Cidden bu alanda, bu nesilde rakipsiz olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Her ne kadar paralı da olsa bu hizmet oyun oynamanın yeni tanımını varlığı ile ortaya koyuyor.

Başlangıçta Sony cephesinde online hizmet konusunda var olan kalitesiz ve yetersiz hizmette bir bakıma bu rekabet sayesinde daha iyi noktalara geldi. Daha iyisini de ancak bu rekabet sayesinde umabiliyoruz. Ama bu hizmet kalitesine karşın kimi araştırmaya göre %33, kimisine göre %65 gibi arıza verme oranına sahip bir makine Xbox 360. İşte bu noktada donanımcı olan Sony, donanım kalitesinde farkını ortaya koyuyor. Dünyanın bir çok noktasında garantili olarak satılan 360 (Maalesef halen ülkemizde garantili satılmadığından) konsola ilgi duyan oyun severleri bu tereddüt yüzünden kendisinden uzaklaştırırken, kimisi de tüm problemlerine rağmen bazı imkanlar sebebi ile aynı konsolu 2. hatta 3. defa alabiliyor. Daha önce görülmemiş bu durum bu nesilde en çok dikkatimi çeken konulardan birisi.

Erken çıkma, Exclusive oyunları multiplatform yapmasına rağmen Xbox 360 aynı zamanda kopya oyun oynatma noktasında Playstation 3’den ayrılmakta. Ama kopyaya rağmen makine başına oyun satış rakamlarında bugüne kadar rekabeti önde götüren Microsoft, artı Sony’ye bayrağı kaptırmak üzere. Halo ve Forza gibi büyük markalara sahip olan Xbox, bu oyunların satış rakamları ile de büyük rekorlara imza atmış durumda. Çıktığı gün 2 milyon gibi satış rakamlarına imza atan bu oyunlar, büyük kitleler tarafından büyük zevkle oynanmakta, özellikle online oyun kabiliyetleri nedeni ile bir çok kişi tarafından tercih edilmekte...

Şimdilik iki bölüm olarak düşündüğüm yazı dizimin ilk bölümünün sonuna gelmiş bulunuyorum, yazının bundan sonraki bölümünde Wii’nin nasıl olup da bu kadar başarılı olduğunu inceleyecek, PS3’ün bu savaştaki durumu hakkında tahminler yapacak ve Xbox’un üstlenmiş olduğu misyonu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine bakacağız.

Yazımın devamı ile içinde bulunduğumuz bu nesle farklı bir açıdan bakacak, konu ile ilgili dedikoduları öğrenecek, komplo teorileri hakkında sizler de fikir yürüteceksiniz. Şimdilik elveda derken, devam yazısında görüşmek üzere...

Kopya Oyun Oynamanın Dayanılmaz Hafifliği

Son günlerde hazır George Hotz’un (Geohot) PS3’ü kırdığı konuşulurken kopya oyun konusuna değinmek yerinde olur sanırım. Oyunlar var olduğundan beri yasal olmayan kopyaların da varlığı mevcuttur herhalde. Sanırım kimse Commodor 64 günlerinde kasetlere ve üç çeyreklerin olduğu dönemde de oyun salonlarında disketlere çektirdiğimiz oyunların orijinal olduğunu sanmıyordu. Yaptığımız, gidip bir şekilde oynayacağımız oyun elde etmekten ibaretti. Açıkçası bunların da kopya olduğunun bilincinde değildi çoğumuz. Ta ki Sega’nın 16 bitlik konsolu ile Nintendo’nun kasetli sistemlerinin ortaya çıktığı yıllarda oyunları orijinal almak zorunda kalacağımız günler gelene kadar...

Eğer geçmişten günümüze bakarak olayı incelersek; kopyanın en fazla yaygın olduğu dönemin ülkemizde oyun kavramının yayılmaya başladığı dönemde ortaya çıktığını görürüz. Özellikle Playstation 1 ve Playstation 2 dönemlerinde adeta bir sektör haline gelen tezgâh altı oyun sektörünün en parlak günlerini yaşadığını da görebiliriz. O dönemde PC oyunları da yaygın olarak yine aynı mekânlarda rahatlıkla bulanabiliyordu. Tabii önce kasetlere korsan olarak kopyalattırdığımız ve eve gelip kafa ayarı çektiğimiz dönemleri unutmuyorum. Ama hacim olarak sadece belirli bir kesimin gündeminde olan dijital eğlence kavramı henüz bu kadar yaygınlaşmadığından o dönemi irdelemenin de pek bir mantığı yok diye düşünüyorum.

Playstation 1’in 95’li yıllarda ülkemizde boy göstermesi ve 97-98’den sonra yaygınlaşması ile birlikte CD medyasına basılan oyunlarının kopyaları da kısa zamanda tezgâhlara düştü.1.5 - 2 milyon liraya alınan CD’lerdeki oyunlar en azından o dönemde yine belirli bir çizgideydi. Hiç olmazsa gümüş CD’lere basılmış ürünler daha yaygındı. CD Writer’ların yaygınlaşması ile tezgâh altında yeşil CD’lere basılıp, üç kuruşluk yazıcılarda neredeyse 3. kalite hamurdan kâğıtlara basılan CD kapakları da kopya oyunların gitgide daha düşük seviyedeki tedarik gruplarının eline düştüğünün işaretiydi.

Bu kopya oyunlar, sistemi bir şekilde bypass eden elektronik devrelerin ki buna kopya oyun piyasasında chip (çip) denir, sisteme takılması ile oynanabiliyordu. O dönemde konsollarda yazılım ile sistemin hack edilebilmesi pek mümkün değildi. Nitekim Playstation 2’de de böyle oldu. Önce farklı bir aldatma sistemi ile konsola takılan çip(!) sayesinde kopya oynarken daha sonra gelişmiş çiplerin ortaya çıkması ile direk oyunları çalıştırabilmemiz mümkün olabildi. Ki sadece oyun oynamakla da kalmadık aynı zamanda oyun dışında divx filmleri izleyip mp3 formatındaki müzikleri de sistemlerimizde dinlemek mümkün olabildi. O dönemde piyasaya çıkan Xbox’ın tam bir multimedya alet olabilmesi de bu çipler sayesinde mümkün olabildi.

Ardından şimdi içinde bulunduğumuz nesilde de Xbox 360, çıkışından kısa bir süre sonra yazılım yolu ile kırılabildi. DVD sürücünüze yaptırdığınız küçük bir custom firmware işlemiyle Xbox 360’ların da kopya koruma sistemi kırılabildi. Tabii önceki nesilde olduğu gibi sadece kendi başımıza oynadığımız oyunlar yoktu. Online oyun heyecanını bir defa tadan insanlar hem kopya, hem de online oynama arzuları ile Microsoft’un uyguladığı ban dalgalarında kurban oldular.
Handheld sistemler olan Nintendo DSi ve Playstation Porttable’da (PSP) bu olaylardan kırılarak nasiplerini aldılar. Online’ın pek olmadığı Nintendo Wii’de neredeyse konsolun çıkış tarihinden bu yana hem donanımsal müdahalelerle, hem de yazılımsal müdahalelerle kopya oyun oynamak mümkün olabildi.

Konsol camiasında bunlar olurken bilgisayar oyuncuları içinse daha farklı yöntemler geliştirildi. 90’lı yılların ikinci yarısında Playstation’ın yaygınlaşmasıyla CD’ye basılan kopya oyunlar, oluşan sektör sayesinde daha kolay bulunabilir hale geldi. Windows 3.1 zamanlarındaki diskete çekilen oyunlarda yavaş yavaş yerini CD’ye terk ediyordu. Merkezî her yerde artık kopya oyun satan dükkânları görmek mümkündü. Pek bir yasal yaptırım olmadığı için rahatlıkla istediğiniz oyunu bulabiliyordunuz.

O yıllarda henüz emekleme safhasında olan internet sebebiyle net üzerinden indirilen oyun kavramı da pek yaygın değildi. Hem CD Writer’lar pahalı, hem de yazılabilir CD bulmak pek kolay ve ucuz değildi. Bunu görmemiz ancak 2000’li yıllardan sonra mümkün olacaktı. Ama neredeyse tüm güncel ve kaliteli oyunlara erişmek mümkündü.

2000’li yılların gelişi, dial-up internet bağlantısının yerini ADSL bağlantısına terk etmesiyle hem CD Writer’lar ucuzladı, hem de CD ve DVD’ler. Çoğunlukla CD formatında satılan oyunlar, yavaş yavaş yerlerini DVD’ye bırakıyor, diğer taraftan da mor DVD’lere basılan kopya oyunlar da piyasada yaygınlaşıyordu. Kopya oyun işi öyle bir noktaya kadar geldi ki, artık merdiven altlarında dahi oyun çoğaltan garip tipleri görmek mümkün olabiliyordu. Hatta bu dönemde kopya oyun ticareti elinde bavulla dolaşan kişilerin elindeydi. Bir dükkân açıp kopya oyun satmak istiyorsanız, bu adamlardan bir kaçını tanımanız gerekiyordu. Gerçi zamanla onlar sizi buluyordu, ama işlerin başlangıcında bağlantılarınız da olması şarttı.

Tabii interneti kullanan sadece satıcılar değildi. Zamanla oyuncular da oyunların yasal olmayan kopyalarını oynama konusunda en az bu işi yapanlar kişiler kadar mahir konuma geldiler. Bu tarz olaylar artık herkes tarafından bilinen ve hatta legalize edilmeye çalışılan tavırlar içinde adeta alenen yayılıyordu.

Yapımcılar da elleri boş oturmuyor, her gün farklı kopya koruma yöntemleri üzerinde çalışıyorlardı. Hiç unutmam, merakla beklediğim Toca Race Driver’ın son sürümü çıkmış, ama yapılan hileyi tespit eden ve kuruluma imkan vermeyen bir yöntem geliştirmişlerdi; Starforce... Uzun bir süre “Starforce”un kırılması beklendi. Nihayet hacker’lar boş durmadı ve bir kaç ay sonra bu koruma sistemini geçtiler. Zaten 1 - 2 yıl içinde de bu yöntem, verdiği güvenlik açıkları nedeniyle terk edildi. Her ne kadar internet üzerinden aktivasyon gibi sistemler geliştirildiyse de halen kopya oyunların önüne geçilebilmiş değil.
Normal düzeyde ve evinde internet olan herkes artık bilgisayarında çıkan son oyunları kopya olarak oynama imkânına sahip... Tüm bu yaşananlardan sonra kopya oyun dalgası karşısında tutunabilen ve halen kırılamayan tek konsol mevcut; Playstation 3...

Çıkışından bu yana geçen üç yıl içinde büyük scene gruplarının ortaklığına sebep olan birliktelikler bile Playstation 3’ün kırılması için yeterli olmadı. Hatta bir dönem Ottoman’s denilen ve Almanya’da yaşayan bir grup bile bu konuda bayağı çalışma yaptı, ama konsolu kırmaları mümkün olmadı. Bunun dışında en büyük söylenti .tiff formatındaki bir resim ile sistemin açık noktasını bulduğu söyleyen kişinin daha sonra Sony ile anlaşarak olayı kapattığı oldu.

Son günlerde ise iphone’u kısa bir süre içinde kıran George Hotz’un Playstation 3’ü de kırmak için başlattığı çalışmaları kendi blog’undan yayınlaması ile konsolun kırılması tekrar gündeme geldi. Öyle ki kırma işlemi için sarf ettiği söz bence unutulmaz sözler arasına girmiştir, “Hello Hipervisor, I’m Geohot..” 5 haftalık çalışma sonucunda Playstation 3’ün güvenlik sistemini denetleyen SPU’ya eriştiğini ancak masterkey’i bir türlü elde edemediğini ifade eden Geohot, hipervisor’ü devre dışı bırakan exploit’i (açık) blog’undan yayımladı. Büyük ihtimalle bir kaç ay içinde bu exploit sayesinde scene grupları birisi veya bir kaçı Playstation 3’ü kırabilecek.

Öyle veya böyle kopya oyun hayatımızın içinde varlığını devam ettirecek. Ama olay sadece oyunları netten indirip onları bir kaç işlemden geçirip oynamaktan, onları kıran crack’leri kullanmaktan ibaret değil, olamazdı da... Buradan sonra yazacaklarımın bir kısmı kendi fikirlerim, kendi komplo teorilerim olduğu için gerçekliği üzerinde fazla tartışmanın anlamı olmadığı düşünüyorum.

Her şeyden önce oyun sadece oyundan ibaret değil. Öyle bir sektörden bahsediyorsunuz ki; eğlence sektörünün en büyük lideri olan sinemanın rakibi haline gelmiş bir sektör oyun olayı. Kuşkusuz son kullanıcı olarak bizlerin düşünmeyeceği hesaplar içinde oyun firmaları. Hatta bunların dışında donanım sektörünün de merceği altında olan oyunlar var... Kim ne derse desin oyunlar bilgisayar sektörünün itici gücü, gelişimi için varlık sebebi durumunda. Belki oyun firmaları kopya oyunlar nedeni ile oyun satışlarından pek bir kâr edemiyor, ama bu oyunları oynamak için gereken donanımı üreten donanım firmalarından gerekli desteğini de bir şekilde alabiliyorlar.

Şöyle düşünün, bir oyun yapıyorsunuz ve o oyunun oynanabilmesi için en son çıkan donanımların desteği gerekiyor. O donanımları üreten firmalar da size hem teknik, hem de ekonomik anlamda destek oluyorlar. Bir şekilde ürettiğiniz oyun kâr üretebiliyor. Bu noktada ürününüzün kopya olarak oynanıp oynanmaması pek bir anlam ifade etmiyor.

Biraz daha açalım... A firması son model ekran kartları üreten firma, sizde o kartın nimetlerinden faydalanacak çok iyi görünen ve fizik hesaplar yapabilen bir oyun yapıyorsunuz. A firması size “Gel kardeşim benim şu ekran kartıma optimize edilmiş şekilde geliştir oyununu, ben sana hem teknik destek sağlayayım, hem de parasal destek.” Böylece kullanıcılar kopya oyun oynasa dahi, o yapımları oynayabilmek için aldıkları donanımlarla yine de yapımcılara para kazandırıyorlar.
Göstermelik para cezaları, yapılan baskınlar ve kurbanlık bir kaç hapis cezası bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Hatta Playstation 2’de kopya oynamanızı sağlayan chip’lerin takıldığı board üzerinde yerlerinin hazır olması bile insanı değişik düşüncelere itiyor. Açıkçası şu anda Playstation 3’den daha büyük satış rakamlarına ulaşmış Xbox 360’ın sadece kaliteli oyunlarla bu noktaya geldiğini söylemek pek mümkün değil gibi. Sırf kopya imkânı nedeniyle bu konsola yönelen insanlar düşüncelerini de samimiyetle ifade etmekten kaçınmıyorlar.

İşte insan bu noktada acaba demekten kendini alamıyor? Küçük kârlara razı olan büyük şirketler, en azından sürümden mi kazanmayı tercih ediyorlar yoksa? Diğer taraftan kopya dışında artık bu sistemin bağımlısı haline gelen oyuncuların, online tecrübeyi yaşamak için 2. bir konsolu orijinal oynamak için aldığını da çoğu defa gördüm.

“Dijital İmparatorluk” haline gelme çabasındaki büyük uluslararası şirketlerin ne tür çabalar içinde olduğunu da görmemek mümkün değil. Bu oyunları üreten ülkelerin de kültürel emperyalizm yönündeki çabalarının da bir parçasıdır oyunlar. Son dönem oyunlarda kötü adamların hep Arap’lar olması, bir dönem baş kötü Rus’ların yerini alması da ayrı bir meseledir. Orijinal veya kopya en büyük kitlelere ulaşabilmenin bir yönü de bu olsa gerek.

Evet, biraz konu kopyanın dışına taştı ama sektörde yaşananlar itibarı ile “oyun” asla sadece oyundan ibaret değildir. Kopya oyunları oynamak, cebimizdeki paralar açısından ne kadar tatlı da olsa aslında kendi kendimizi baltalamak için nefsimize yenik düştüğümüz bir eylem. Yurtdışı oyun fiyatları ile ülkemizde satılan yasal oyunlar arasında muazzam fiyat farkları olduğu bir gerçek. Ancak ithal ürünler olan oyunlar üzerindeki vergileri düşününce firmaların da ellerinin bağlı olduğunu görmek mümkün.

Son yıllarda özellikle yurtdışından oyun getirtmek bayağı yaygınlaştı. Bunları vergisi ödenmediği için aslında bu oyunlar da yasal değil. Ancak ticari maksat taşımayan oyuncuların orijinal ürün için pek çıkar yolları da görünmüyor açıkçası. Bu işin ticaretini yapan kaçak orijinal oyun satıcılarına devletin el atması bir şekilde şart. Yakın bir zamanda bu konunun gündeme geleceğini görmek mümkün. Ama bu tip satışların devam etmesi ve yurtiçinde bu işten para kazanan kişilerin rahatsızlıklarını dile getirmeleri için de aslında bir koz. Belki Microsoft, Sony ve Nintendo ülkemizdeki oyuncu potansiyelini dikkate alır ve hizmet konusunda samimi davranırlarsa daha uygun fiyatlara oyun bulmak söz konusu olabilir.

Orijinal oyun satışını arttıracak en önemli kilit noktalardan ikisini de Live ve PSN gibi servislerin ülkemizde hizmete açılması gerektiği gerçeği oluşturuyor. Türkçe seslendirme ve Türkçe altyazı gibi seçenekler de ülke içi orijinal oyun satışlarını arttıracak başka bir faktör.

Dilerim en kısa zamanda biz oyuncuların bu talepleri dikkate alınır ve herkes olmasa da büyük bir çoğunluk orijinal olarak aldığı oyunları keyifle oynayabilir.

Evet, son olarak; “Orijinal oyuna destek, tam destek” diyerek, yazımı noktalıyorum.

“Orijinal olun, orijinalle kalın...”

Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle...

1 Nisan 2010 Perşembe

Logitech Driving Force GT İnceleme


GİRİŞ
Resmi site için tıklayınız...
Öncelikle direksiyon setimiz Driving Force GT’nin özelliklerine bir bakalım...

- PS2/PS3/PC(sürücü desteği tam olarak mevcut değil) uyumlu
- Kauçuk malzemeden direksiyon simidi (11” – 28 cm), kompozit gövde
- Çift Pedallı (Gaz ve Fren)
- Force Feed Back (Geri bildirim)
- Gran Turismo için özel ayar kadranı (24 pozisyonlu)
- 2.5 tur dönüş açısı (900 derece)
- Özel GT logolu amblem (şu anda böyle bir destek GT5P’de mevcut değil ama sanırım bu amblem GT5 tam sürüm çıktığında korna olarak kullanılabilecek.)
- USB bağlantı arabirimi
- Gövde ile tümleşik iki pozisyonlu vites kolu (ileri-geri)

Direksiyonumuzun genel özellikleri aşağı yukarı böyle.

İlk olarak 2007 GDC’de Logitech tarafından oyun dünyasına tanıtılan direksiyonumuz aslında kendi öncülü olan Driving Force Pro’nun devamı. Playstation konsolunda büyük başarılara imza atmış olan Gran Turismo serisi için üretilen direksiyon 2008 yılının ortalarında satışa sunuldu.

Her ne kadar Gran Turismo için üretilse de, diğer PS3 yarış oyunları ve bir çok PS2 yarış oyunu için de uyumluluğa sahip. Logitech’in sürücü paketini kurunca PC’de de gayet güzel işlevini yerine getiriyor.

Genel olarak iki parçadan oluşan sistem pedalların bulunduğu parçanın ana gövde üzerine bağlanması ve yine ana gövde üzerinde bulunan ve gayet tatmin edici bir uzunluğa sahip olan USB kablo ile de PS3’ünüze rahatça bağlanabiliyor.

Force Feed Back özelliğinin kullanılabilmesi için yine kutudan çıkan adaptörü ana gövdeye bağlamanız yeterli oluyor. Genel olarak kablolara karmaşa yaratmasa da kablosuz bir sistem muhakkak daha güzel olurdu.

Gövde üzerinde bulunan tüm tuşlar aslında PS3’ün kontrol cihazı Sixaxis/Dual Shock 3 ile neredeyse aynı. Farklı olarak Gran Turismo oyununa özel yarış içinde TCS, SC, Brake Bias gibi ayarları üzerinde bulunan özel düğmeler aracılığı ile yapabiliyorsunuz. Muhtemelen GT5 çıktığında daha farklı ayarlar ile de oynama imkanı olacaktır.

Bu özellik yarış esnasında parkurun farklı karekteristik özelliklerine göre farklı ayarlarda yarışabilme imkanı sağlayacak ve bu avataj yaratacaktır. Sıkı GT oyuncuları için çok faydalı bir özellik. Bu özelliği her ne kadar normal kol ile de tuşlara bu ayarları atayarak yapılabilse de rahatlık ve kullanım kolaylığı açısından büyük bir artı olduğunu söyleyelim...

Direksiyonumuzu bir de görsel olarak inceleyelim.

Ana gövde:



Pedallar:



Genel itibarı ile iki parçadan oluşan sistem gayet güzel bir kutu içinde sunuluyor.



28 cm çapındaki direksiyonun boyutları hakkında bir fikir sahibi olmak için aşağıdaki resimi kendinize referans olarak da alabilirsiniz.



Ana gövdeyi aşağıdaki resimdeki görülen iki adet kıskacı uygun bir satıha üstten vida benzeri bir aksamı sıkarak sağlıyorsunuz. Bu Logitech Momo ve Logitech G25’de 3 adetti. Bu iki bağlantı noktasından farklı olarak bir de alttan sıkıştırmanız için üçüncü bir vida daha bulunuyordu.


Vida sistemi Logitech G25’e nazaran daha basit bir sistem. G25’de gerçektende çok daha iyi bir sıkıştırma sistemi olduğunu ifade edeyim. Açıkçası ikili sıkıştırma sistemi bence sistemin en önemli eksikliklerinden. Üçüncü bir vida sistemi daha sağlam konumlandırmak için sigorta olarak işlev görebilirdi. Çünü bu üçüncü vida diğer vidalar gibi sadece üstten değil aynı zamanda alttanda sıkıştırarak iki yönlü sıkıştırma sağlıyor.

Ancak iyi sıkıştırmanız halinde ikili vida sistemi de gayet yeterli ve bir rahatsızlık yaratmıyor. Eğer gevşek bırakırsanız direksiyona uyguladığınız basın nedeni ile bu sıkıştırma ayaklarını kırmanız, sistemi bağlı olduğu masadan çıkartmanız olası bir durum.

Sonuç itibarı ile bu sağlam bağlanması halinde sorun çıkartmayacak ama olması durumunda da gayet iyi olacak bir özellikti.

Direksiyonun ana malzemesi aşağıdaki gibi kauçuktan yapılmış ve kaymayı önleyici bir maddeden. Ayrıca kaplamanın düz olmaması da artı bir kavrama da sağlıyor.


Pedalların üzerinde olduğu bölüm ise yerde kaymayacak özellikte yapılmış. Aşağıdaki resimde göreceğiniz üzere uç kısımda bulunan tırnaklı bölüm bir klips yardımı ile aşağı konuma getirilip halı üzerinde fazladan tutucu özellik kazanmasını sağlıyor. Zaten bu özellik aşağı yukarı tüm direksiyon sistemlerinde mevcut.



Tuş yerleşimi neredeyse PS3 Sixaxis ile aynı, aşağıdaki resimde direksiyonun sağında yer alan tuşları görüyorsunuz.



Ancak tuşlar kollardaki tuşlardan biraz daha ufak ve analog özelliğe sahip değiller. Daha kaliteli olabilirlerdi. Bunun dışında Sixaxis üzerindeki PS tuşunun bir benzeri direksiyon seti üzerindede var. Bu nedenle direksiyonu kullanırken ayrıca kola ihtiyaç duymayacaksınız. Direksiyon üzerinde sol kısımdada d-pad işlevini gören bir kısım daha mevcut.

L3/R3 tuşlarının gövde üzerinde ayrı bir tuş olarak bulunması güzel olmuş. Bu normalde PS3 kolunun analog stick’lerine basınç uygulayınca çalışan bir sistemken burada buu şekilde düşünülmesi iyi olmuş.

Gövde üzerinde direksiyon simidinin ana köprüsünde L2/R2 tuşları mevcutken L1/R1 tuşları mevcut değil. Bunun görevini vites koluna yüklendiğini düşününce gayet normal bir durum olduğunu anlıyorsunuz.

GENEL DEĞERLENDİRME

Daha önce sırası ile Logitech Momo ve Logitech G25 kullanan biri olarak direksiyonun artı ve eksilerini şöyle sıralayabilirim. Direksiyon seti doğal olarak bu segmentte belirleyici bir set olması nedeni ile diğer tüm direksiyon setleri gibi G25 ile doğal olarak kıyaslanacaktır.

Direksiyonu almadan önce resimlerini incelerken basit yapıda bir set olduğunu düşünürken malzeme kalitesi ve işçiliğini beğendiğimi ve beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim. Elbette bu direksiyon seti bir G25 değil ama G25 ile aynı büyüklükteki direksiyon simidi, G25’te bulunan çift motora karşın bunda tek motor bulunmasının dezavantajlı olacağını düşünürken gayet tatminkar FFB olduğunu ve bu işlevi daha sessiz yaptığını görünce açıkçası biraz da şaşırdım.

Bu direksiyonu alırken önyargılarınızı kıracak bir ürünle karşılaşacağınızı tahmin edemiyor, kullanınca daha bir şaşırıyorsunuz. Tuş takımının PS3 kolu ile aynı işlevi görmesi ise ayrı bir artı olarak değerlendirilebilir.

Adından anlaşılacağı üzere Driving Force GT, Gran Turismo’ya özel bir set. Zaten Gran Turismo adına direksiyon setleri üretilecek kadar önemli bir seri. Bu durumu göz önüne alınca, eğer konsol üzerinde oynayacağınız ana yarış oyunu Gran Turismo ise hayatınızın direksiyonu ile karşı karşıyasınız demektir. Gran Turismo için özel olarak eklenmiş tuşları, oyun ile uyumluluğu, G25’e nazaran fiyatını değerlendirince çok ciddi bir seçenek haline geliyor.

G25’ten eksi olarak değerlendirilecek en önemli hususları ise debriyajın olmaması, G25’in deri kaplı direksiyon simidinin işçiliği ve 6 vitesli vites sisteminin artıları maalesef bu seti geriye düşüyor. Çok ciddi olarak G25 almayı düşünüyorsanız G25 almanızı, para ile ilgili sıkıntılarınız varsa işini çok güzel gören bu seti almanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Sonuç olarak PS2/PS3 ve PC’nizde rahatça ve keyifle kullanabileceğiniz, fiyat/performans oranı en yüksek direksiyon seti bu. Piyasada 240-260 lira civarına bulmanız mümkün. İki yıl garantili olan ürünü yeni olarak Türkiye’den servis hizmetleri ve garanti için almanızı öneririm. 650-700 liraya satılan G25 yerine çok ciddi bir aday olarak değerlendirmenizi tavsiye ediyorum...

Setten daha fazla keyif alabilmek için Playseat denilen koltukların da zevkinize büyük artısı olacağını gözönüne almayı unutmayın. Eğer pahalı buluyorsanız bir kaç parça profil ile sanayide yaptırıp boyayıp kullanabilirsiniz.

Eğer Driving Force GT’niz var ve PC’nizde de kullanmak istiyorsanız aşağıdaki adresten PC sisteminize uygun en son sürücülerini indirebilirsiniz. Direksiyon setini GT Evo ile denedim ve gayet de beğendim. Aşağıdaki sürücüler ile hiç bir sıkıntı yaşamadan PC'nizde de rahatça kullanabilirsiniz...

PC sürücüleri için tıkla...